Yeni Başlıklar



Zamanımızdaki gelişmeler önemli bir olayın habercisidir: Dünyanın değişmekte olduğunun habercisi... Asya’dan Avrupa’ya, oradan Amerika’ya kadar dünyanın her yerinde birtakım değişimler yaşanmaktadır; sanki zaman dile gelmiştir ve bize bir haber vermek istemektedir. İran’daki İslam Devrimi ve bu inkılâbın Irak’a, Lübnan’a, Filistin’e yayılan etkisi; Kuzey Afrika’da, Batı Asya’da ve Fars Körfezi ülkelerinde başlayan İslamî uyanış ve Amerika’daki antikapitalist insanî uyanış, bütün bunlar bu haberin göstergeleridir. 


 İslamî Uyanış  (İmam Mehdi’nin) Zuhura Açılan Pencere
Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Bu gelişmelerden bir kısmının birbirinden bağımsız olduğu düşünülebilir; ancak bütün bu olayların arka planında müşterek bir nokta göze çarpar. İslam Devrimi’nde, Arap dünyasındaki İslamî uyanışta ve Batı dünyasındaki insanî uyanışta göze çarpan bu ortak nokta hepsinin halk hareketi oluşudur; halk ayaklanmıştır.
İran’da halk İmam Humeyni’nin önderliğinde İslamî inkılâp şeklinde ayaklanmıştı ve bu ayaklanma 22 Behmen 1357’de (11 Şubat 1979) zafere ulaştı. Bugün Arap dünyasında halk İslamî uyanış, Batı dünyasında ise insanî uyanış şeklinde mevcut duruma karşı kıyam etmiştir. Şekilleri farklı olsa da bütün bu ayaklanmalar halk odaklı olmaları bakımından müşterek bir yöne sahiptir.
Bütün bu ayaklanmalarda halk, ilahî değerlerin ihyasını ister; insan doğasında, fıtratında var olan ilahî değerler dünya halklarını ayaklanmaya, kıyam etmeye zorlamıştır. İran’da, Arap ve Batı dünyasında ilahî değerler, fıtrî bir uyanış şeklinde ortaya çıkmış ve halkları toplumsal ve siyasal hareketlere yöneltmiştir.
İslam Peygamberi’nin (s.a.a) öğretisine ve akaidimize göre insan fıtratı ilahî fıtrattır. Bu, İslam’ın ve insanın aynı özden oldukları anlamına gelir. Dolayısıyla halk ayaklanmaları İslâmî kıyamlara dönüşebilir.
Böylelikle şu soru cevabını bulmuş oldu: Dünyanın dört bir yanında şahit olduğumuz, insanî temiz fıtrattan kaynaklanan bu ayaklanmalar İslamî bir renk alır mı?
1979’da İran’da başlayan dalgalanma, farklı şekiller alarak ve birbirleriyle bağlantılı olarak 2010’da Arap, 2011’de ise Batı dünyasında sürmüştür.
Evet, günümüzde dünya Rönesans benzeri bir şeyle karşı karşıyadır; şu farkla ki bu rönesans, Peygamberlerin zamanları dışında hiç görülmemiş olan ilahî bir değişimdir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, acaba bu durum İmam-ı Zaman’ın (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) zuhur döneminin başlangıcını müjdelemez mi?
Bir anlığına zamanın niçin harekete geçtiğini düşünelim. Bu hareket ile Zamanın Sahibi (Sahibu’z-Zaman) lakabı (Hz. Mehdi’nin) arasında bir bağlantı yok mudur?
Muhsin Rızai
Tabnak.ir
medyaşafak


Sadık Mehdi Şakibayi


2004 yılında Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi eski başkanı Ayetullah Muhammed Bakır Hekim, suikasta uğramıştı. 2005 yılında, Lübnan’ın eski başbakanı Refik Hariri öldürülmüştü. Bölge halklarının zihninde şöyle bir soru yeşermişti: “Bu tür cinayetler kimin işine yarıyordu?” Batı medyasının propagandalarında bu sorunun cevabına rastlamak asla mümkün olmuyordu.

Herhangi biri çıkıp da bu soruya sağlam bir cevap vermiş olsaydı, Suriye’nin Hula kasabasında yaşanan ve kadın ve çocukların hayatlarını kaybetmesine sebebiyet veren o katliam hiçbir zaman yaşanmayacaktı. Yaşananların neticesinde kârlı çıkan taraf kim oldu? Halk arasında büyük bir sevgiye mazhar olan ve Saddam yönetimi sırasında sürgün edilmiş olan Hekim, neden ülkeye dönüşü esnasında öldürülmek zorundaydı? Aynı soru Lübnan için de geçerli?

Bu ve bu gibi sorulara verilecek cevap şudur: İsrail’e düşman kesilen herhangi bir ülke, asla ve asla rahat yüzü göremez; sakin ve dingin bir hayat yaşayamaz. Hatta bu ülkelerden İsrail yanlısı batı medyasına malzeme sağlayabilmek için Suriyeli kadın ve çocukların boğazlanması bile gerekebilir. Bu acı gerçeğin, (aralarında Irak, Suriye ve Lübnan olmak üzere) üç ülkeyi kapsadığı anlaşıldı. BM Güvenlik Konseyi, bu ülkelerin halklarına acil yardımda bulunmak(!) için zaten hazır bekliyor.

BM temsilcisi Kofi Annan’ın barış inisiyatifi olumlu sonuçlar vermeye başladığı zaman; adı bilinmeyen bir grup ortaya çıktı ve kadınlarla çocukları katletmekle kalmayıp BBC ve El-Cezire’nin katliam görüntülerini görüntülemesine(!) müsaade etmek suretiyle her şeyi berbat etti. Neden?

Orta Doğu’daki gelişmeleri takip eden birisi, bu üç ana ülkenin Orta Doğu denkleminde büyük roller oynadığını ve Lübnan ile Irak’taki batılı projelerin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, Suriye’nin batı için bölgesel jeopolitik hesaplar noktasında çok daha önemli bir pozisyona oturduğunu her halükârda fark eder.

Her şeye rağmen Suriye, batı tarafından önüne koyulan zorlukların üstesinden geldi ve altı aşamalı Annan planını başarıyla uygulama yolunu takip etti. Suriye, Batı’ya her zaman şu mesajı verdi: 

“Suriye’de ‘rejim değişikliği’ için değil; ‘siyasi değişim’ için çaba gösterin!” Batı, kendi aleyhinde yaşanan gelişmelerden korktu ve Suriye’de bir huzursuzluk ortamının yaşanması için elinden geleni yaptı; böylece Suriye, İsrail’in önünde sağlam bir cephe olarak duramayacaktı.

Batı’nın işlettiği bu siyaset, Suriye’de kadın ve çocukların boğazlanmasını mübah görecek kadar gerekli ve değerli miydi?


Suriye krizi vesilesiyle zaten yeterince aşikar olan gerçek şudur ki Türkiye’nin temel bir sorunu vardır: Mevcut dış politika mimarisi ve onun kurucusu (Davutoğlu)!

Davutoğlu ve onun Amerika’daki neoconların muadili kadrosu, Türkiye’nin en ciddi sorunudur ve bu heyetin Amerika’daki versiyonu Amerika’ya ne yaptıysa bunlar da Türkiye’ye aynı şeyi yapmaktadırlar. Türkiye’nin “kemençe Diplomasisi”nin, her parmak işaretinde yerinden fırlayıp şer işlerde öncülük yapma anlamına geldiği birçok örnekle kanıtlandı. Bu sürdürülebilir bir tercih değildir ve Türkiye acilen, Mihver devletlerin askeri ve siyasi desteğinde bölgesel hegemoni kurma çılgınlığından vazgeçip iç siyasette de, dış siyasette de barış yöntemine dönmelidir.
 


 Kenan Çamurcu: Türkiye Yalnızlaşıyor!
Gerilen ilişkiler, Abd ve Nato’nun Türkiye üzerindeki baskısı, karşılıklı restleşmeler ve son olarak sınır ihlali sonucu bir Türk uçağının Suriye tarafından vurulması…
Birilerinin gür sesle savaş şarkıları söylediği, Tv’lerde operasyon tatbikatları ve savaş analizleri yapıldığı şu sıralarda Suriye deyince akla ilk gelen isimlerden biri Kenan Çamurcu.
Yaşanan son gelişmeler ve kopma derecesine gelen ilişkiler üzerine RebezeHaber’e konuşan Çamurcu gündem yaratacak sözler söyledi.
Geride bıraktığımız son yüzyıl içerisinde özellikle ortadoğu toprakları üzerinde sürekli savaşların, kanın, zulmün ve emperyalizmin kol gezmesinin nedini nedir. Bu süreci nasıl okumak gerekir?
Birinci büyük savaşın emperyalizmi sırasında adına “ortadoğu” denilerek paramparça edilen Ortadünya, ikinci dünya savaşı, soğuk savaş, yeşil kuşak vs. aşamalarında açık hesabı kapatmaya uğraşırken 1979′daki İran İslam devrimi herşeyi altüst etti. İslam devrimi, soğuk savaşı bitirecek zincirleme reaksiyonu başlattığı gibi, Amerikan hegemonisinin taşıyıcı kolonlarını çatlatarak tapulu arazimize kondurulmuş eski binanın ayakta durmasını da imkansızlaştırdı.
Saddam’ın İslam devrimini yoketmek için tutuşturduğu 1980-89 savaşı, Amerikan hegemonisinin kendini korumayı amaçlayan 1991 savaşı, 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri, Lübnan’ı ele geçirmeyi amaçlayan 2005 Sedir Devrimi, İsrail’in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşı (2006), Suriye’nin çökertilmesini hedefleyen 2011 saldırısı vs. hepsi, sömürgecilerin “ortadoğu” adını vererek kurdukları bölgesel Anglo-Frank rejimi İslam devriminin yarattığı sarsıntıdan koruma operasyonlarıydı.
Arap baharı olarak adlandırılan ve bölgede köklü değişimlere neden olan bu süreç Libya, Mısır, Tunus gibi ülkelerde kısa sürede başarı sağlamışken, Suriye’de neden halen başarılı olamadı? Türkiye’nin bu konuda rolü nedir?
Yeni sömürgeciliğin ülkeleri (onlara “mihver devletler” diyelim) sıraladığımız kronolojinin kesintisiz emelini sürdürerek 2011′de Suriye’ye saldırdı. O nedenle Suriye meselesi zalim-mazlum diyalektiğine oturtularak anlaşılamayacak bir kriz bölgesidir. Çünkü ellerinde gelişmiş ve ağır silahlarla Suriye ordusuna saldıran, bir yıl bile dolmadan 5 bine yakın sivil, asker ve polis öldüren, NATO kampanyalarının ve medyatik yalanların tam desteğini almış bir mazlumluk tarihte pek rastlanılır türden değildir.
Mihver devletlerin 2011 Mart’ında başlattığı Suriye hamlesi boyunca Türkiye’nin neden bu denli görünür olduğunu çokça tartıştık. Ankara’nın Suriye’de bir hükümet darbesi için adeta seferberlik ilan etmesinin sebebini çözemedik. Silahlı isyancılara verilen her türlü lojistik dahil, bir dizi gayri meşru yolla Suriye’ye yönelik örtük savaş yürütülmesinin neden Türkiye’nin boynuna kalmış veya bırakılmış bir yük olduğunu yetkililerin açıklamasını bekledik.
Sorduğumuz soruların cevabını hiçbir zaman alamadık. Bununla da kalınmadı, Türkiye-Suriye geriliminin tırmanması için elden gelen hiçbir tahrik esirgenmedi.
 Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen sınır ihlali ve uçak düşürme eyleminin sorumlusu kimdir?Bu olay kime ne kazandırmıştır?
Bugünlerde Türk savaş uçağının, yüksek gerilim zamanlarında tehdit ve tehlike algılamaya hayli müsait bir davranışla Suriye hava sahasına girmesi sonucu Suriyelilerin aşırı tepkisine yolaçarak düşürülmesi kriziyle yüzyüzeyiz.
Suriye krizi bugünlerde Suriye karasularını veya hava sahasını ihlal eden şüpheli misyonuyla bir TSK jetinin Suriye güvenlik güçleri tarafından düşürülmesiyle gündemdedir. Başbakan bir yıldır yaptığı gibi yine tehditler savuruyor. Medyadaki sivil generaller ise savaşı çoktan başlattı. Tankları yürütüyor, uçakları uçuruyor, piyadeleri Suriye sınırının şurasından burasından ülkeye sokuyorlar. Şam’a varıp Esad hükümetini deviriyor ve yaptıkları darbe sonrasında İstanbul’da bekleyen kukla hükümete yönetimi devrediyorlar.
Manzara kuşkusuz komiktir, ama trajik komik!
Uçağımızın Suriye tarafından düşürülmesi bir yıldır İsrail nam-ı hesabına Türkiye-Suriye savaşı için çaba gösteren Likudnik muhitleri nasıl da sevindirmiş gözüküyor. 1998′de, 28 Şubat koşullarında ve İsrail’in derin nüfuzu altında Türkiye ve Suriye’yi yine bu şekilde savaşın eşiğine getirmişlerdi. Muhafazakar çevreler 1998′deki girişimi bir çırpıda “İsrail’e çalışan Ergenekon”a bağlamışken bugün bizzat kendileri aynı girişimi örgütlüyor, taşıyıcısı oluyor ve doğal sonuçlarına vardırmaya çalışıyor. Fakat ilginç olan, 1998′deki Likudnik koronun muhafazakar iktidar zamanında da yine işbaşında olması ve bir kez daha İsrail’e hayat öpücüğü sayılacak Türkiye-Suriye savaşı için tahriklerine devam etmesidir. 1998′deki denemeyi bir çırpıda Ergenekon’a bağlayan ve İsrail’in çıkarına olduğunu kolayca söyleyiveren muhafazakarların, kendi iktidarları döneminde yaşanan gerilimi meşru görebilmesi, ancak yaşanan zihinsel dönüşüm, başkalaşma, yabancılaşma, çürüme ve yozlaşma ile izah edilebilir.
Suriye’nin Türk savaş uçağını düşürmesi olayı normal koşullarda hızlı bir özür ve tazminat ile telafi edilebilecek bir sorunken başını ABD’nin çektiği Mihver devletlerin yarattığı bugünkü şartlarda neredeyse Türkiye’nin tetikçi olarak kullanılabileceği savaş ihtimaline yolaçmış gözüküyor. Ankara, gayri meşru ilan ettiği ve darbeyle devirmeye çalıştığı Suriye hükümeti ile bütün temasını kesmiş durumda Suriye ile yaşanan krizi yönetmeye çalışıyor.
Suriye hükümetine “meşruiyetin bitti” diye haykırdıktan sonra “Suriye tarafıyla koordineli çalışma”dan sözedilmesi nasıl da acıklıdır!
Bu süreci Ankara nasıl yönetti? Ne yapması gerekirdi ne yaptı?
Düşürülen uçağın misyonuyla ve yaşananlarla ilgili onlarca çelişki ve cevapsız soru var. Uçağın neden tam da Suriye sınırının dibinde radar testi yaptığı, neden denizden karaya doğru alçak irtifa ve yüksek hızda dalış halinde olduğu, neden ikinci uçak vurulmadığı halde onun vurulduğu gibi onlarca soru.
Ankara dilediği kadar uçağın misyonunu normal ve standart protokollerin uygulandığı bir test uçuşu olarak göstermeye çalışsın ve hedefin Suriye olmadığını söylesin sormadan edemiyoruz: Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendiren dramatik gelişme neydi ki bu çalışma zaman zaman Suriye hava sahasının içine girilerek yürütülüyordu?
Hükümet ısrarla uçağın silahsız olduğunu söylüyor ama zaten Suriye tarafı hiçbir açıklamasında uçağın silahlı olup olmadığından bahsetmedi. Şam, bir yıldır devam eden asimetrik savaş koşullarında casusluk faaliyetlerinin de tehdit olarak algılandığını açıkladı. Ankara, uçağımızın casusluk faaliyeti yapıp yapmadığı konusuna girmedi bile!
Erdoğan hükümeti krizi yönetme kabilinden beyanları sırasında havsalaya sığmaz senaryoları dolaşıma sokmaya çalışıyor: Uçak uluslararası sularda uçuyormuş, füze ile vurulunca 5 mil (veya daha fazla) sürüklenerek Suriye karasularına düşmüş! İktidara ilişik bazı yorumculara göre ise uçağımız üstelik Suriye hava sahasından çıkarken “kalleşçe” arkadan vurulmuş. Yani saatte asgari 1500 km hız yapan uçak o hızla Suriye hava sahasından uzaklaşırken vurulmuş ve vurulduktan sonra tam aksi istikamette 5 mil geriye sürüklenerek Suriye karasularına düşmüş! Bu ve buna benzer acaip senaryoları ortaya atan Ankara, üyesi olduğu NATO’yu toplantıya çağırdığında Suriye’ye karşılık verilmesi yönünde karar çıkarttıramadı. Bu bir yana, NY Times, bazı NATO üyelerinin Türkiye uçağının misyonundan kuşkulu olduklarına dair bir değerlendirme yayınladı. Zaten Ankara’nın da “uçağın düşürülmesinin Esad’ın gidişini hızlandıracağı” yönündeki açıklamaları, meselenin uçağın düşürülmesinden ibaret bir hukuki sorun olarak görülmediğini kanıtlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun üç gün sonra hükümetin tutumunu açıklamak üzere TRT’ye verdiği söyleşide yaptığı açıklamalar ise Ankara’nın gerçek niyetiyle ilgili tereddütlerin artmasından başka bir işe yaramadı. Davutoğlu bu söyleşide pilotların Suriye hava sahasını yanlışlıkla ihlal ettiğini ve uyarıldıktan sonra oradan uzaklaştığını söyledikten sonra uçağın Suriye karasularına düştüğünü kabul etti. Uçağımızın uyarılmadan vurulduğunu da söyledi, uyarıldığı için Suriye hava sahasından çıktığını da. Fakat Davutoğlu, Suriye’de bir yıldır hükümet devirmeye çalışan her türlü silahlı unsurun ve terörist grupların Türkiye’de barındığı ve buradan Suriye topraklarına girip eylem yaptıklarından, uçak krizinin bu koşullarda yaşandığından hiç bahsetmedi. Uçak düşürme olayının gerçekleştiği şartlara hiç değinmeyen Dışişleri Bakanı, hava sahası ihlalini Suriye ile benzer hiçbir durumun yaşanmadığı Yunanistan’la kıyaslayıp durdu. Oysa her sağlıklı insanın aklına bazı sorular gelebilir: Karşılıklı hava sahası ihlalleri yaşansa da Türkiye Yunanistan’da hükümet devirmeye çalışıyor mu? Yunanistan hükümetinin devrilmesi halinde yerini alacak yeni hükümet, emrindeki silahlı unsurlarla ve terörist eylemlere liderlik ederek İstanbul’da faaliyet gösteriyor mu? Yunanistan örneğiyle Suriye örneği birbirine zerre kadar benziyor mu?
 Peki bu eylemi meşru görebilirmiyiz?
Mesele Suriye’nin uçak düşürme eylemini meşrulaştırmak kuşkusuz olamaz. Ama Ankara’nın kökten yanlış politikalarının yolaçtığı durumu tespit etmek zorundayız. Suriye’den özür ve tazminat alabilmenin yolu, Ankara’nın terör faaliyetlerine lojistik verme dahil her türlü gayri meşru yolu kullanarak Suriye hükümetini devirme çabasını bırakmasından geçmiyor mu?
Abd ve batılı güçlere karşı Rusya ve Çin Suriye yönetimine destek verdi. Muhafazakar Türk hükümetinin evvelinde Batı’ya olan tavrı malumken bu süreçte Abd ile koşulsuz müttefiklik ilişkisi içinde olmasının nedeni nedir?
Suriye krizinin gösterdiği çıplak gerçek şudur ki, büyük güçler arasında Türkiye yüksek pazarlıkların sürdüğü çok taraflı bir meselede asla kendi başına herhangi bir şey yapabilecek durumda değildir. Bir tarafta Mihver devletler, birinci ve ikinci dünya savaşlarında kurdukları Anglo-Frank bölgesel rejimin devamı için uğraş veriyor. Bölgesel rejimin kendi menfaatlerini azami gerçekleştirebilecekleri yeni biçimine evrilmesi için ardarda girişimlerde bulunuyor. Lübnan’a (Hizbullah’a) ve Filistin’e saldırıyor, İran’a baskı ve yaptırımlar uyguluyor, Irak’ı terörle ve Kürdistan’ı koparıp bağımsızlaştırma tehdidiyle baskı altında tutuyor. Mihver devletlerin nefes aldırmayan bu savaşına karşı İran, Suriye, Irak ve Lübnan’dan oluşan Direniş hattı da Mihver devletlerine göz açtırmıyor, emellerini icra etmesine fırsat tanımıyor. Uluslararası siyasetin seçenekleri arasında tercihini Direniş hattına destek vermekten yana kullanan Rusya ve Çin de aynı bölgede kendi menfaatleri gereği Mihver devletlerin tüm denemelerine karşı koyuyor. Birinci dünya savaşındaki Mihver devletlerin mirasçısı ABD ve diğer batılı güçler karşısında Rusya, İran, Çin, Suriye, Irak ve Lübnan’dan oluşan Müttefik güçlerin hızla hizalandığını açıkça görebiliyoruz. Bu karşılaşmada Mihver devletler, adına “ortadoğu” dedikleri düzeni korumaya çalışırken Müttefik güçler bu rejimi yıkıp yeni bir bölgesel rejim kurmak istiyor. Mihver devletler bu karşılaşmanın Irak cephesinde kesin bir yenilgi aldı. 2006′daki 33 günlük savaştan başlayarak Lübnan’da tam bir hezimet yaşadı. İran’a yönelik saldırıların hiçbiri sonuç vermedi ve İran eskisinden çok daha güçlenmiş olarak bölgenin tartışmasız birinci kuvvetine dönüştü. Güncel karşılaşma Suriye cephesinde yaşanıyor ve görünen o ki Mihver devletler burada da askeri yenilgiyi çoktan aldı ve hezimeti telafi edecek müzakereler için el güçlendirmeye çalışıyor.
Aslında etrafımızda yaşanan çatışma, gerilim ve savaşlar Anglo-Frank rejimin yıkılması sürecinden başkası değildir ve kelimenin tam anlamıyla bir gündönümü yaşanmaktadır. Türkiye ne yazık ki bu karşılaşmada Mihver devletler arasında olmayı tercih etmiştir ve sömürgeciliğin kurduğu eski bölgesel rejimi korumaya çalışmaktadır. Bu tam anlamıyla muhafazakarların tragedyasıdır! Yıllarca “batı uygarlığı çöküyor, ne işimiz var içinde” der dururken şimdi çöken uygarlığın içinde onunla beraber batarken acı bir tebessümle bize el sallıyorlar.
Uçak düşürme krizinde Ankara eğer hatanın kendisinde olduğunu belirtip özür ve tazminat talep etseydi Suriye tarafı ve Müttefik güçler, Türkiye’nin Suriye’de darbeyle hükümet devirmeye çalışan NATO kampanyasından çıkmak ve Mihver güçlerin emellerinden ayrılmak istediğini anlayacaklardı. Fakat Ankara tam tersine NATO kampanyasını köpürtme ve Mihver güçleri tahrik ederek gerilimi tırmandırma yolunu seçti, ama mevcut hassas denklemde beklentisinin karşılanmayacağını nedense kavrayamadı. Halihazırda Ankara, NATO üyesi dostları tarafından Rusya’nın başını çektiği Müttefik güçler karşısında tam anlamıyla yalnız bırakılmış ve kaderine terkedilmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Erdoğan’ın partisinde dış ilişkilerden sorumlu başkan yardımcısı olan Ömer Çelik, birinci dünya savaşını başlatan “sırp milliyetçisi”nin işlevini Türkiye-Suriye savaşı için üstlenmeye hevesle soyundu ve akla hayale sığmayacak tahrikamiz, kışkırtıcı, saldırgan ve dengesiz açıklamalarla fiili durum yaratmaya çalıştı. Arap ve İran dünyasında Ömer Çelik’in kışkırtmaları Türkiye-Suriye gerilimini bir üst aşamaya taşıyan beyanlar olarak not edildi.
Teröre lojistik sağlama dahil her yolu deneyerek Suriye’de bir yıldır hükümet devirmeye uğraşan Ankara, uçak düşürme krizinde içine düştüğü yalnızlığın farkındadır ve “savaşa kışkırtan emeller”e dikkat çekerek pes ettiğini gizlemeye çalışmaktadır. “Bizimkinden farklı bilgi varsa dinlemeye hazırız, hukuk neyse uyarız” tavrı muhafazakar iktidarın mecburen geri adım attığını gösteriyor. Erdoğan’ın destek almak umuduyla Putin’le yaptığı telefon görüşmesinden “olayın aydınlatılması” mesajı çıkması da “araştırma komisyonuna gerek yok, özür bekliyoruz” diyen Ankara’yı hayal kırıklığına uğratmış olmalıdır.
Daha düne kadar can ciğer olan Esad-Erdoğan, Türkiye-Suriye ikilileri ne oldu da savaşacak durumu geldiler? Bunun sorumlusu kimdir?
Ankara’nın, bölgesel statükonun devamı için mücadele eden Mihver devletlerin arasında yeralma stratejisinden elde ettiği tek şey bölgesine yabancılaşması, komşularıyla düşman olması, yalnızlaşması ve içine kapanmasıdır. Türkiye’nin bu haline “İsrailifikasyon”, yani “İsrailleşme” adını vermek mümkündür. Muhafazakar iktidar yalnızlaşıp içine kapandıkça Türkiye’yi kapalı bir rejime sürüklüyor. Suriye krizinde hükümetin politikalarını eleştirenlere Başbakan’ın “vatan haini” ithamıyla hücum etmesi ancak bir kapalı rejimde mümkün olabilir. Öyle anlaşılıyor ki hükümet tek tipleştirmeyi başaramadığı, eleştirel aklı kullanmaktan vazgeçiremediği, devlet aygıtına iliştiremediği, NATO kampanyasına katılmaya ikna edemediği ve Mihver devletlerin emellerine itirazını önleyemediği sosyo-politik kesimlere yönelik psikolojik katliama hazırlanıyor.
Suriye krizi vesilesiyle zaten yeterince aşikar olan gerçek şudur ki Türkiye’nin temel bir sorunu vardır: Mevcut dışpolitika mimarisi ve onun kurucusu (Davutoğlu)!
Davutoğlu ve onun Amerika’daki neoconların muadili kadrosu, Türkiye’nin en ciddi sorunudur ve bu heyetin Amerika’daki versiyonu Amerika’ya ne yaptıysa bunlar da Türkiye’ye aynı şeyi yapmaktadırlar. Türkiye’nin “kemençe diplomasisi”nin, her parmak işaretinde yerinden fırlayıp şer işlerde öncülük yapma anlamına geldiği birçok örnekle kanıtlandı. Bu sürdürülebilir bir tercih değildir ve Türkiye acilen, Mihver devletlerin askeri ve siyasi desteğinde bölgesel hegemoni kurma çılgınlığından vazgeçip iç siyasette de, dış siyasette de barış yöntemine dönmelidir.
Kenan Çamurcu’nun son kitabı Asimetrik Vakalarda Kıble Tayini isimli eserine ulaşmak için http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=605700
TurgayCandan/RebezeHaber
https://twitter.com/trgycndn


Tüm Türkiye Suriyelilerin düşürdüğü uçak konusunu konuşurken, medyada herkes her konuda uzman kesilir ve bu 'uzmanlardan' bazılarının sıcak ve şehir trafiğine rağmen aynı gün içinde 4-5 televizyonda endam gösterirken olağanüstü bir durum gelişmezse ilgili ülkeler Rusya'nın teklifi ve Kofi Annan'ın daveti üzerine bugün Cenevre'de bir araya gelerek Suriye konusunu görüşecek. 


 Sona doğru... ABNA-ABD'nin karşı çıkması nedeniyle İran'ın davet edilmediği toplantıda Suriye ve Başkan Esad'ın geleceği konuşulacak. Peşinden de Annan İran'a giderek ya da İranlılarla buluşarak bilgi verecek.

***

Bir kez daha Rusya'nın tavrı her şeyi belirleyecek. Putin ise başından beri olduğu gibi dış müdahaleye ve Esad’ın zorla düşürülmesine karşı. Esad ise İran televizyonuna verdiği demeçte Tahran ile Şam arasındaki stratejik birlikteliğe dikkat çekerek ne pahasına olursa olsun silahlı gruplarla mücadele edeceğini söyledi. Özetle herkes son kitabım 'Ortadoğu'da Kanlı Bahar'da özetlemeye çalıştığım başlangıç noktasındaki konumunda. Tek farkla: Esad'a bağlı güçlerle  ABD ve müttefiklerinin desteklediği silahlı gruplar arasındaki çatışmalar iç savaş niteliği kazanmış durumda... Bu süreç herhangi bir formül ve en kısa zamanda durdurulmazsa iç savaş hızla tüm Suriye'ye yayılacak ve kim ne derse desin başta Türkiye olmak üzere tüm coğrafya bundan etkilenecektir.

***

Suriye olaylarının ilk günlerinde birçok kişinin yaptığı bu vurgu şimdi artık çok daha anlamlı. Çünkü Suriye ve Suriye üzerinden bölgeyle ilgili hesap yapan herkes bir an önce sonuca varmak için her yola başvuruyor... Onlara göre bedeli çok fazla can ve malla ödense de bu denklem büyük oyunun kurallarına göre bir an önce ve ne pahasına olursa olsun çözülmelidir. Yani bu süreç yaz sıcaklığına paralel olarak yeni bir evreye giriyor. Yani gergin olan Türkiye- Suriye ilişkileri düşürülen uçakla birlikte daha da gerginleşerek yeni evrenin en anlamlı ve kritik boyutunu oluşturuyor. Amerikan, İngiliz, Fransız ve Alman medyasının bu boyut öncesinde ve sonrasında Türkiye'nin konum ve tutumuyla ilgili çok ilginç hikayeler anlatmaya başlaması çok anlamlıdır...

***

Bu yeni boyut ve süreçte ne tür tehlikeli sürprizlerle karşılaşacağımızı ise hiç kimse kestiremez. Çünkü  hiç kimse bir Türk uçağının Suriye tarafından düşürüleceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Ama uçak düşürüldü ve garip bir şekilde birçok kişi savaş çığırtkanlığı yapmaya  başladı. Sanki savaş internet cafe'lerinde oynanan bir bilgisayar oyunu ya da ormanlık alanlarda yapılan mangal partileri! Bu tür partileri Amerikalılar Irak, Afganistan, Somali, Yemen ve bu coğrafyanın birçok yerinde düzenlediler, düzenliyorlar... Hem de demokrasi uğruna ve demokratik yöntemlerle! Onların demokrasisinde ise bu demokrasiye inanmayan ya da uymayan HERKES demokrasiyle yola getirilir... Arada bir kan görmek ise demokrasinin fantezisidir. Tıpkı Şah, Saddam, Mübarek, Bin Ali ve Kaddafi  olaylarında olduğu gibi. E bu kadar kusur da kadı kızı Hillary'de bile olur.

***

Hiç kimse gökyüzüne uzanacak acılı ruhların ahını duymayacak. Geriye demokrasinin paslanan kılıcı ve inanılan o hesap günü kalıyor. Bakalım o hesap gününe kadar akacak kanların vebalini bu dünyada kim nerede ve nasıl verecek? Tabii o zamana kadar bu coğrafyada bu hesabı onlara ödettirecek kimse kalırsa!!! Kalmazsa da o zaman başka topraklardan insanlar ya da gerekirse uzaydan yaratıklar getirmeli. Bu da olmazsa laboratuvar ortamında üretilen organizmalarla bu işi yapmalı... Amerikan filmlerinde hep böyle oluyor ya!!!

Hüsnü Mahalli
http://www.aksam.com.tr/sona-dogru...-7056y.html

Ahmet Hakan’dan, Davutoğlu Çıkışı ve Suriye Sürecinin Zorluğu!

Olan biraz da 'Stratejik Derinlik' kitabına oldu 

Ahmet Hakan, Davutoğlu'nun 'Stratejik Derinlik' adlı kitabını konu alan yazısında ilginç eleştirilerde bulundu. Olan biraz da 'Stratejik Derinlik' kitabına oldu başlıklı yazısında Davutoğlu’na 'Teori' başka bir şey imiş, 'pratik' başka bir şey imiş, 'Hoca olmak' başka bir şey imiş, 'bakan olmak' çok başka bir şeymiş... 


 Ahmet Hakan’dan, Davutoğlu Çıkışı ve Suriye Sürecinin Zorluğu!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, henüz dışişleri bakanı değilken yazdığı bir kitapla yeri göğü inletmişti. Kitabın adı 'Stratejik Derinlik' idi... Kitap ilk yayınlandığında iştahla okumuş, "İşte budur arkadaş" diye heyecanlanmıştım...
'Stratejik Derinlik' adlı kitap...
* Hakikaten stratejik idi...
* Hakikaten derinlikli idi...
*Hakikaten uluslararası ilişkilerin sırlarını açıklıyor idi...
* Hakikaten Türkiye'nin kıymetini anlamlandırıyor idi...
HOCALIK BAŞKA BAKANLIK BAŞKA
Ama... Fakat... Lakin... Ne yazık ki...
An itibarıyla şunu anlamış bulunmaktayım:
*'Teori' başka bir şey imiş, 'pratik' başka bir şey...
* 'Hoca olmak' başka bir şey imiş, 'bakan olmak' çok başka bir şeymiş.
Yani...
Çöken, biten, tükenen...
Sadece 'komşularla sıfır sorun' politikası değil, Ahmet Davutoğlu'nun 'Stratejik Derinlik' adlı kitabı oldu.
'Hiç değilse o çökmeyeydi' diye hayıflanmaktan başka ne gelir ki elden?
….
Köşe yazarları zorlu bir süreçten geçiyor
Suriye krizi en çok biz köşe yazarlarını vurdu. Düşünsenize:
* 'Vuramadı' diye yazsak 'savaş kışkırtıcısı' oluyoruz.
* 'Sakın vurma' diye yazsak vuranın yanına kâr kalmasına katkı sağlıyoruz.
* "Bu işler hep senin yüzünden" desek, 'hepimizin birlik ve beraberliğe en fazla sahip çıkması gerektiği bir zaman'da kıllık yapmış oluyoruz.
* Kriz analizi yapsak "Pilotları unuttun pilotları" diye azar işitiyoruz.
* "Acaba Suriye tezi doğru olabilir mi" diye sorsak 'vatan haini' oluyoruz.
* Türk tezine sahip çıksak 'devletin gazetecisi' oluyoruz.
* "Ne oldu da birdenbire düşman olduk Esad'la" desek, Esad'ın gaddarlığını görmezden gelmekle suçlanıyoruz.
* Esad'ın gaddarlığını ballandırsak "Hoş geldin savaş kışkırtıcısı" diye karşılanıyoruz.
* 'Esad'a "Esed" demesek, AK Parti'ye "AKP" demiş gibi muamele görüyoruz.
Çok zorlu günler bunlar çok...
Bu süreçten alnının akıyla çıkmayı başaran köşe yazarlarının bir daha kolay kolay başlarına bir iş gelmez.
Ahmet Hakan
ahmethakan@hurriyet.com.tr